Psikoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

HASTALARIN KARAR VERME KAPASİTELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ ÇOK ÖNEMLİ

Aydın’da gerçekleşen II. Adli Psikoloji Günleri’nde hastaların karar verme kapasitelerinin değerlendirilmesi konusunda bir konuşma yapan Amerika Birleşik Devletleri Mayo Klinik Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Ulaş Mehmet Çamsarı, hastaların “karar verme kapasitesi” değerlendirilmesi işleminin çoğu zaman adli sonuçları olabilen ve tüm branş doktorlarının ilgilendiren çok önemli bir konu olduğunu ve ABD’de genel hastanelerde bu görevi psikiyatri içinde ayrı bir bölüm olarak yapılanan Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi Servislerinin üstlendiğini belirtti. Dr. Çamsarı, ülkemizde de Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi, diğer adıyla Psikosomatik Tıp ile uğraşan çok sayıda akademisyenin bulunduğu ve yan dalının hızla gelişmekte olduğunu ancak yapılandırılmış yandal eğitiminin henüz verilemediğini söyledi.
 
İnsan davranışları ve zihinsel süreçleri ile birlikte bunların altında yatan nedenleri bilimsel olarak inceleyen bir çalışma alanı olarak tanımlanan psikolojinin bir alt alanı olan adli psikoloji, yasal konulara ve sorunlara psikolojinin temel ve etik ilkelerini uygulamak üzere hukuk ile psikoloji arasında kurulan ilişkiden ortaya çıkmıştır. Hüküm giymiş ya da gözaltında tutulan kişilerin davranışlarını değerlendirme, velayet, bir sanığın zihinsel kapasitesini mahkemede savunma yapmak için yeterli olup olmadığı, kişiyi suça iten etmenler, suçluluğa neden olan faktörlerin incelenmesi ve suçların azalması için gerekli önleme çalışmaları da adli psikoloji çalışma alanına girmektedir. Ankara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü ve Adli Bilimciler Derneği Adli Psikoloji Komisyonu’nun düzenlediği, Gazi Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü ve Adnan Menderes Üniversitesi’nin destekleri ile İncirliova Belediye Başkanlığı’nın ev sahipliğinde II. Adli Psikoloji Sempozyumu gerçekleştirildi.

Adli Bilimciler Derneği Başkanı Prof. Dr. Hamit Hancı, Ankara Üniversitesi Adli Bilimler Enstitüsü Adli Psikoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı Doğan ile Gazi Üniversitesi Psikoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Hatice Demirbaş’ın başkanlık ettiği sempozyumda adli psikoloji alanında çalışılan alkol-madde bağımlığı, alan uygulamaları, çocuk ihmal ve istismarı, suçlu profili ile sporda şiddet gibi konular geniş bir yelpazede tartışıldı.



Prof. Dr. Hamit Hancı’nın yaptığı açılış konuşmasında; temel görevi, otopsi yapmak, ölüm sebeplerini ve zamanını saptamak, adli bir olaya yönelik insan vücudu üzerindeki darp izlerini tespit etmek ve cinsel saldırılarda delil saptamak olan adli tıbbın; dışarıdan bakıldığında sadece otopsi yapılan ve adli rapor verilen bir bilim alanı olarak görülmesine karşın son yıllarda birçok bilim dalıyla ortaklaşa çalışır hale geldiğini belirtti. Hancı, adli biyolojiden adli sanata kadar 35’in üzerinde dalı bulunan adli bilimlerin ana unsurlarından biri olan adli psikolojinin önemine değindi.


Hastanedeki Tüm Hastaların ‘Karar Verme Kapasitesi’ Değerlendirmeleri Yapılmalı
Amerika Birleşik Devletleri Mayo Klinik Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi ve Mayo Klinik Waycross-Georgia Kampüsü Psikiyatri ve Psikoloji Bölümü Başkanı Dr. Ulaş Çamsarı “Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisinde Karar Verme Yeterliliği Değerlendirmesi” konulu konuşmasında, genel tıbbın tüm branşlarının psikiyatri ile kesiştiği akademik alan olarak tanımlanan Konsültasyon-Liyezon Psikiyatrisi’nin ABD’de,  onkolojik psikiyatri, AIDS psikiyatrisi, trasplantasyon psikiyatrisi ve perinatal psikiyatri gibi daha da üst akademik alanlara ayrıldığı belirtti.  ABD’de genel hastanelerde psikiyatri departmanları içinde ayrı bir bölüm olarak yapılanan Konsültasyon- Liyezon Servislerinin hastanede yatan hastalar için gerektiğinde istenen ‘karar verme kapasitesi’ değerlendirmelerini yürüten servis servis olduğunu ekleyen Çamsarı, olgu sunumları ile interaktif bir sunum gerçekleştirdi.

Günümüzde Adli Bilimlerin Kesişmediği Bilim Dalı Sayısı Kesişenlere Göre Azınlıkta
Çamsarı, toplantı ile ilgili şunları söyledi: “Adli Psikoloji Günleri’nde psikiyatride mental kapasite değerlendirmesi konusunu işledim, konuyla ilgilenen psikiyatrist ve psikolog katılımcılarla tartışma fırsatı buldum. Konunun ABD’deki uygulamalarını vaka örnekleriyle detaylandırmaya çalıştım. Adli Tıp Kurumu Başkanı Prof. Dr. Hamit Hancı’nın da açılış konuşmasında belirttiği gibi günümüzde adli bilimlerin kesişmediği bilim dalı sayısı kesişenlere göre azınlıkta kalmış durumda. Bir psikiyatrist olarak diğer meslek gruplarından çok şey öğrendiğim bir toplantı oldu.”
 
 

Sağlık ve İnsan Dergisi Yayın Editörü Esra Öz “Sağlık Haberciliğinde Psikolojinin Yeri” konulu sunumunda sağlık haberciliğinde etik ilkelere uyulmasının birincil gereklilik olduğunu ve psikiyatrik rahatsızlıklar söz konusu olduğunda bu konuda daha fazla özen gösterilmesi gerektiğini aktardı. Etik olmayan haber örneklerine yer veren Öz, sağlık haberciliğinin temel ilkelerinden de bahsetti.

Cezaevleri Bireylerde Umutsuzluk, Depresyon Gelişmesi Olasılığını Büyük Ölçüde Arttırıyor
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji bölümü öğretim görevlisi Doç. Dr. Emre Şenol Durak, “Tutuklu ve Hükümlülerde Depresyon ve Depresyona Psikolojik Müdahale: Özgürlük Kaybının Yasını Tutmak” konulu sunumunda şunlara değindi: “Bir suçun faili olup haklarında bir hüküm verilen ya da tutuklu bulunan kişilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığı ve çeşitli yoksunluklarla karşı karşıya kaldıkları ortamlar olan cezaevleri bireylerde umutsuzluk, depresyon gelişmesi olasılığını büyük ölçüde arttırıyor. Kendine ait bir doğası olan cezaevi ortamında bireye sosyal destek sağlanmasına, umutsuzluk ve intihar düşüncelerinin olup olmadığının belirlenmesine ve sağlıklı baş etme yöntemleri geliştirilmesine yönelik psikolojik müdahale çalışmaları yapılmasının uygundur.”



Adli Psikologlar Popülist Olmaktan Uzak Olmalı
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mithat Durak’ın “Adli Psikoloji Sanatı” konulu sunumunda en genel tanımıyla yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olan sanatın adli psikoloji alanında da hayat bulması gerektiğini ve bir suç olgusunun değerlendirilirken teorik bilginin yanı sıra alan deneyimi ile profesyonelliğin çok önemli olduğunu aktardı. Buna ek olarak Durak, adli psikoloji alanında yapılan uygulamalarda bir toplumun kültürel değerlerinin göz ardı edilemeyeceğini belirterek, adli psikologların popülist olmaktan uzak olmaları gerektiğini vurguladı.

Suç olgularının önlenebilmesi amacıyla, adli psikoloji çalışma alanına giren konularda toplumsal farkındalığın arttırılması, disiplinler arası çalışma gerektiren adli psikoloji alanında ulusal düzeyde mutlak suretle gerek resmi kurumlar gerekse sivil toplum kuruluşları arasında koordinasyonun sağlanması gerekliliği üzerinde duruldu.  Adli sistemde çalışan psikologların bilgi paylaşımı, özlük hakları ve mesleki dayanışma konularında birliktelik sağlamalarının önemi üzerinde duruldu.

Adli Psikolojisi Sonuç Bildirgesi
Toplantıdan sonra sonuç bildirgesinde şu maddeler yer aldı:
• Adli olgularda ortak dil birliği ile etik ilkelerin ivedilikle oluşturulması ve bu hususta akademisyenler ile alanda çalışan psikologların katılımıyla bir çalışma grubu oluşturulmalı.
• Hukuk fakültelerinde temel düzeyde psikoloji bilgisinin verilmesi hususunun ülke genelinde yaygınlaştırılması; Psikoloji bölümlerinde temel düzeyde hukuk bilgisinin verilmesi hususunun ülke genelinde yaygınlaştırılmalı.
• Okullarda “kişiye ve kişilik haklarına saygı” içerikli ders konulmasının sağlanmalı.
• Adli olgularda yaşanan problemleri çözebilecek nitelikli uzman psikologların yetiştirilmesi amacıyla adli psikoloji lisansüstü eğitim programlarının sayısının arttırılmalı.
• Aile, çocuk ve çocuk ağır ceza mahkemelerinde çalışan uzmanların çalışma ortamlarının etik ilkelere uygun bir şekilde düzenlenmeli. Aktif olarak çalışan psikolog derneklerinin, komisyonlarının ve STK’ların işbirliği ilkesi çerçevesinde çalışmalı.
 

Etiketler , , , , , | Yorum Yok

İLİŞKİNİZİN ANAHTARI ORTAK HAYALDE SAKLI

Çiftlerin ortak bir hayalinin olması ilişkinin verdiği tatmini korumak için altın değerinde olduğunu söyleyen Uzman Evlilik ve Aile Terapisti Özlem Köse,  “Bu, bazen beraber çocuk yetiştirmek de olabilir, birlikte bir proje üretmek, zengin olmaya çalışmak ya da bir sosyal yârdim kuruluşunda gönüllü olmak da” dedi.

İnsanlar aşık oluyorlar, ilişkileri başlıyor ancak yaşanan sorunların çözülmesinde yardım almaları gerekebiliyor.  Zorlu süreçlerde doğru uzmanlar tarafından yönlendirilen çiftler, mutlu birlikteliklerinin sürmesi sağlıyor. Her ilişkide sorun olabileceğini söyleyen Uzman Evlilik ve Aile Terapisti Özlem Köse, ilişkilerle ilgili soruları yanıtladı.


İkili ilişkilerde güven nasıl oluşur?
Güven, bir ilişkinin başlaması ve devam edebilmesi için en önemli yapıtaşı. Son yıllarda ilişkilerle ilgili yapılan pek çok araştırmada “Eşinizde ya da sevgilinizde aradığınız en önemli kişilik özelliği nedir?” sorusu katılımcıların “güvenilir” olması diye yanıtladığını görüyoruz. Daha güzel, daha zengin ya da daha çekici bir eş aramıyor kimse; sözüne güvenilebilen, sırtını ona yaslayabileceği bir eş istiyor. Amerika’nın ve dünyanın en ünlü evlilik araştırmacısı John Gottman’ın yaptığı araştırmaların sonuçlarına göre güveni oluşturmak için şunlar gerekli:


1. Eşimizin neler yaşadığının ve ne hissettiğinin farkında olmak
2. Eşimizin zor anında arkamızı dönmek yerine ona yanında olduğumuzu hissettirmek
3. Eşimizin bizden farklı bir bakış açısına sahip olabileceğini kabullenmek ve bu farklılığı hoş görmek
4.Eşimizin duruma nereden baktığını anlamaya çabalamak
5. Savunmacı bir yaklaşımla tepki vermekten kaçınmak
6. Empati yapmaya çalışarak duruma yaklaşmak


İlişkilerde güvenle ilgili sorunlar oluşmaya başladığında Gottman’ın bu önerilerini yapabilmek elbette zorlaşıyor. Çiftler güvenin kolayca ve kendiliğinden gelişebilen bir durum olduğunu düşünüp oluşması için yeterince çaba göstermiyor, güven kaybolunca onu aramaya başlıyor. Güven oldukça pahalı bir şey; milyonlarınız olsa satın alamazsınız kaybettikten sonra. Önemli olan, daha ilişkinin başındayken ve ilişkinin bulutsuz günlerinde biraz önce söylediğim önerileri uygulamaya çalışmak. Kaybettikten sonra yeniden kazanma sürecinde profesyonel desteğe ihtiyacınız olabilir.


Güven oluşurken iletişim becerilerimiz kadar hormonlarımız da oldukça önemli bir rol oynuyor. Cinsel ilişkideki orgazm sırasında kadınlar oksitosin, erkeklerse vasopressin dediğimiz hormonu salgılıyor. Gottman ve arkadaşlarının yaptığı araştırmalara göre bağlanma hormonu olarak da bilinen bu iki hormon hem kadında hem de erkekte fiziksel ve duygusal bağın orgazm yoluyla perçinlenmesine katkıda bulunuyor.

Güvenle ilgili daha geniş kapsamlı bilgi sahibi olmak isteyenler için Dr. Gottman ve Silver’in “What Makes Love Last?: How to Build Trust and Avoid Betrayal” adlı kitabını okumalarını öneririm.

Güven sorunu yaşayan kadın ya da erkekler neler yapmalı?
“Seni, uçurumun kenarında tutunduğum dal bileyim” diyor ya şair, iste eşimizden ya da partnerimizden aldığımız ve ona verdiğimiz en önemli mesaj bu, güvenle ilgili kaygılarımızı gidermek için. Eğer esimizin/partnerimizin ihtiyacımız olduğunda yanımızda olacağına inanıyorsak ve bunu davranışlarıyla gösteriyor olmasına rağmen hala kuşkulanıyor ve onu sadakatsiz olmakla ya da dürüst olmamakla suçluyorsak, bu durum bizim geçmişte yasadığımız ilişkilerimizden getirdiğimiz bir güven problemi ya da yine geçmişte tamir edemediğimiz olumsuz duygularla dolu bir bavulla yeni ilişkimize devam ettiğimiz için basımıza geliyor olabilir. Daha başka bir ifadeyle, karşılaştığımız durum hem bizim hem de partnerimizin bağlanma stili ve aramızda oluşan bağın güvenli olup olmaması ile yakından ilişkili olabilir. Bu durumda, mutlaka hem ilişkilerle ilgili travmalar hem de yetişkin terapisi konusunda uzmanlaşmış terapistlerden destek almak ve bağlanma stilimizle ilgili bilgilenmek çok önemli.  Bu konuda Uzm.  Psk. Tarik Solmuş’un her biri diğerinden faydalı olan pek çok kitabı var, ancak daha fazla bilgi sahibi olabilmek isterseniz “Kadınlar / Erkekler Farklılıklar / İlişkiler” adli kitabından başlamanızı öneririm.

İlişkilerin sürdürülebilir olması için neler yapılmalı?
“Kavgalar aşkın tuzu biberi” denir ya bizim kültürümüzde, aslında bu bize gösteriyor ki çatışmalar hayatımızın bir parçası. Bazen etrafınızdaki kişilerden duyarsınız  “kavga bile etmiyorduk ama ilişkimiz bitti” diye. Eğer hiç tartışmıyorsanız her iki tarafın da önemsediği ve uğruna savaş verdiği ortak cidarlarınız azalmış demektir. En mutlu ilişkilerdeki çiftler bile tartışıyor, ancak onları çatışmalı ve mutsuz çiftlerden ayıran en temel nokta kavga ettikten sonra çok geçmeden tamir etmeye ve sorunu düzeltmek için çaba sarf etmeye çalışmaları. Sorun yasayabilirsiniz; sorunu denediğiniz yöntemlerle çözemeseniz bile her iki tarafın da çözüm aradığını görmeniz ilişkiye olan inancınızı pekiştiriyor.

İlişkilerde zaman zaman ilgisizlik olduğunda ne yapmalı?
Çiftlerin ortak bir hayalinin olması ilişkinin verdiği tatmini korumak için altın değerinde. Bu, bazen beraber çocuk yetiştirmek de olabilir, birlikte bir proje üretmek, zengin olmaya çalışmak ya da bir sosyal yârdim kuruluşunda gönüllü olmak da. Düşünsenize; birlikte yürümek istediğiniz bir yola çıkmışsınız, el elesiniz ama bir sure sonra yol bitmiş, olduğunuz yerde sayıyorsunuz. Bu durumda kim aynı yerde sayarak hayatını geçirmek ister? Anlamlı bir ortak yolda atılan adımlarla birleştiremediğiniz yolun yerini, sudan sebeplerle çıkan kavgalar alıyor sonrasında; bir bakmışsınız ki hayatlarınızdaki boşluğu doldurmak için kullanmışsınız çatışmaları. Ne acı... Bazen bunu yaptığını gördüğüm çiftlere sorarım, “Bu çatışmaların hepsinden sizi kurtardığımızı varsaysak birlikte ilk yapacağınız şey ne olurdu?” diye, çoğunlukla donakalıyorlar. Anlıyorlar ki çatışmalarla baş etmeye çalışmak olmuş artık var olma cabalarının adı. O yokken sanki ne ben ve sen olabiliyorlar, ne de biz…

Neden ilişkiler uzun sürmüyor?
Pek çok sebebi var aslında ama bir çift terapisti ve araştırmacı olarak en sık karşılaştığım nedenlerden bahsetmek isterim.  Ülkemizde çatışmadan kaçınarak ilişkilerini yaşamaya çalışan büyük bir kitle var, bütün problemlerimizin yarattığı çatışmayı öteleyerek ve sorunların üstünü örterek üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Artık “kişilerarası nörobiyoloji”den bahsedebildiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Bu alanda yapılan çalışmalar bize gösteriyor ki yakın ilişkilerdeki tepkilerimizi belirleyen süreçler beynimizin “duygusal beyin” diye de tabir edebileceğimiz kısmı olan amigdalada saklanan duygusal geçmişimizle ilgili. Hiçbir ilişkiye sıfır kilometre başlamıyoruz; amigdalamız geçmişteki ilişki yaralarımızı, incinmişliklerimizi, travmalarımızı hatırlayıp işlemliyor. Bu bilgiyi, bir tehlikede olup olmadığımızı anlayabilmek için yaşadığımız çevredeki tehlikeyi taramak için kullanıyor. Tarasın ki “savaş, dona kal ya kaç” diyebilelim ve hayatta kalmamızı sağlayacak fiziksel tepkiyi gösterelim. Bazılarımız amigdalamızın emriyle donup kalıyor ve onarmak için adım atamıyor; bazılarımızsa kavganın ateşini yükseltip hararetiyle yanarak ateşin içinde kalıyor. Bir süre sonra bu çekilmez hale gelince ayrışma başlıyor ve yeni yollar yeni insanlarla deniyoruz. Unutmayın ki gittiğiniz her yeni ilişkiye amigdalanızı da götürüyorsunuz, hem de küllenmişlere eklenmiş yeni ve taze yaralarla…

Son dönemlerde artan boşanma oranlarına bakıldığında evliliklerin sürdürülebilir olmasında da sorun var. Bunun çözümünde ne önerirsiniz? Boşanmak çözüm müdür? Sürmek için ne yapılabilir?
Boşanmak elbette çözüm değil, her yeni gittiğimiz ilişkiye eski ve bize iyi gelmeyen ilişki kalıplarını taşıyarak gidiyoruz. Kimseyle olmayalım, yalnız kalalım gibi bir lüksümüz de yok çünkü insan diğer bütün memeliler gibi bu dünyaya bağ kurmak için gelmiş, bağ kurduğunda kendini tam ve varoluşunu tamamlamış hissediyor.  Yapmamız gereken en önemli şey bize her ilişkimizde kaybettiren hatalı ilişki kalıplarımız hakkında farkındalık kazanmak,  güvende hissedemediğimiz, mutlu olmasak da sırf bitirmek zor geliyor diye ittirerek götürmeye çalıştığımız ilişkilerimizi tamir etmek için ya uzman desteği almak, tamir edemiyorsak da ittirmekten vazgeçip vedalaşmanın yollarını aramak çok önemli. Mutlu olmak ve varoluşumuzu tamamlamak için evleniyor ya da ilişkiler sürdürüyoruz, her gün bizden götürdüğünü gördüğümüz ve her geçen gün biraz daha yarım hissettiren ilişkide kalmak için değil. İlişkiye yeni başlayanlar, ilişkisi devam edenler ya da yalnız olanlar için kısacası herkese 40 yıldır ilişki araştırmalarının yapıldığı Seatle’daki aşk laboratuvarından çıkmış John Gottman ve Nan Silver’in “ Evliliği Sürdürmenin Yedi İlkesi” adlı kitabını mutlaka okumalarını tavsiye ederim.

Özlem Köse Kimdir?
Uzman evlilik ve aile terapistiyim. Purdue Üniversitesi’nden uzmanlık, Hacettepe Üniversitesi’nden lisans derecemi aldım.  İstanbul-Etiler’de Arkabahçe Danışmanlık’ta terapist olarak çalışmanın yanı sıra ODTU Kıbrıs ve Alman Araştırma Birliği’nin ortak yürüttüğü bir uzun kesitli araştırmada araştırmacı olarak çalışıyorum.  Çiftlerle, bireylerle ve çocuklarla yaptığım hem klinik hem de akademik çalışmaların yanı sıra travma ve bağımlılık tedavisi üzerine uzmanlaştım.

Etiketler , , , | Yorum Yok

DİSLEKSİ'DE DOĞRU TANI İÇİN WISC-R TESTİNİ GERÇEK UZMANLAR YAPMALI

2014 yılı doğrudan faaliyet desteği kapsamında desteklenen ‘Disleksi (Öğrenme Bozukluğu) Şurası’ kapsamında konuşan Türkiye Disleksi Vakfı Başkanı Elif Yavuz, “Adaptasyon sorunu yaşayan dislektik çocuklar, okulda netleşiyorlar. WISC-R testi uygulanıyor, ancak bu testi uygulayanların gerçekten bu konuda eğitim almış uzman tarafından yapılması önemli” dedi.

Disleksi ve Öğrenim Güçlüğü Derneği tarafından sunulan ve Ankara Kalkınma Ajansı’nın 2014 yılı Doğrudan Faaliyet Desteği kapsamında desteklenen ‘Disleksi Bireylerin Profil Çıkarımı, Eğitim İhtiyaçları ve Bu Bireylere Hizmet Veren Birimlerin Eğitim İhtiyaç Analizi’ projesi yapıldı.

Dislektikler Kuyruklu Harfleri Görmüyorlar
Okullardaki dislektik çocukların belirlenmesi, eğitim yaşantılarının düzenlenmesi, yaşadığı olumsuzlukların bir nebze azaltılması ve bu çocuklara verilen raporun alınması sürecinde kolaylık sağlanması için yapılan toplantının önemine değinen Türkiye Disleksi Vakfı Başkanı Elif Yavuz, “Çocuklar ilkokula başladıklarında çok büyük zorluk yaşıyorlar. Bu deneyimi kendi çocuğumda yaşadım. Benim çocuğum ilkokula başladığı ilk dönemin sonunda, yaşıtları gibi  okuyup yazmayı öğrenmiş olması gerekiyordu. Ancak benim çocuğum, üçüncü sınıfa gidiyordu hala okuyup yazamıyordu. Dördüncü sınıfa gittiğinde de çok yavaş okuyup, yazıyordu. Harfler ve sayıları ters yazıyordu. Kuyruğu olan hiçbir harfi okumuyordu, Y, G, J harflerini görmüyordu” dedi.

WISC-R Testi Gerçek Uzmanlar Tarafından Yapılmalı
Dislektik çocuklarda da belli gruplar olduğunu kaydeden Yavuz, şunları söyledi: “Adaptasyon sorunu yaşayan dislektik çocuklar, okulda netleşiyorlar. WISC-R testi uygulanıyor, ancak bu testi uygulayanların gerçekten bu konuda eğitim almış uzman kişiler olması önemli. Bu eğitimi almadığı halde, testi uygulayanlar var. Yılda bir ya da iki kez yapılabiliyor, 6 ay içinde test tekrar uygulanamıyor.”

Her çocuğun gelişim sürecinin farklı olduğunu hatırlatan Yavuz, algılamada gelişimle birlikte olduğu için çocukların okula başlamasında zorluklar yaşandığını söyledi. Yavuz, ağır dislektik çocuklarda gölge öğretmen ile eğitim sürecinin başarılı olduğunu dile getirdi.
 

Disleksi Bir Hastalık Değildir
“Disleksi bir hastalık değildir, onun için tedavisi de yok” diyen Yavuz, Rehberlik ve Araştırma Merkezleri ile özel eğitim öğretmenler eşliğinde ortak çalışılması gerektiğini kaydetti. Yavuz ayrıca şunlara dikkat çekti: “Burada işin gerçek uzmanları ile çalışılmalı. Bu eğitimi alan çocuk mısır patlağı gibi bir anda başarısı yükseliyor. Bu eğitim ile çocuk bir anda büyük gelişme gösteriyor. Disleksi bazen tek başına olabiliyor, bazen hiperaktivite bozukluğu ile birlikte, dikkat eksikliği gelişebiliyor. Ahtapot kolları gibi, farklı sorunlar oluşabiliyor. Parmak ucunda yürüdükleri için dislektikler, yüksek işlevli otizmlilerle karışabiliyor. Çocuk psikiyatristleri ile birlikte çalışmak gerekebiliyor. Disleksi tanısı almış çocuk, psikolog ile birlikte yol izlemeli. Her psikolog ya da psikiyatrist bu alanda uzman değil. WISC-R testi yapan bir psikolog, kızımın dislektik olmadığını söyledi. Herkes bu testi yapmamalı. Bu test yaklaşık iki buçuk saat sürüyor.”
 
Özel eğitim kurumlarında engelli çocuklarla birlikte eğitim alınmaması gerektiğinin altını çizen Yavuz,  Dislektiklerin aynı eğitim kurumunda olduklarını görünce başarı oranlarını düştüğünü söyledi.
Yavuz ayrıca, bu sene 20-21 Haziran tarihinde İstanbul’da 2. Uluslararası Disleksi Kongresi yapılacağını belirtti. 

Bu Çocuklar Özür Grubunda Değil
Özgül Öğrenme grubu olarak tanımlanan Disleksi hakkında Yeni Mahalle Rehberlik ve Araştırma Merkezi’nden Psikolojik Danışman Yahya Ünaldı, şu bilgileri verdi: “Milli Eğitim bünyesinde alınacak bütün önlemlerin başlaması için rapor alınması gerekiyor raporun adı, “engelli sağlık raporu” olduğu için ilk olarak bunun değişmesi gerekir. Bu çocuklar özürlü gibi algılanmamalı. Velilerin çoğu bundan imtina ettikleri için bu raporu almıyor. Bu çocuklar da belirlenmiyor. 10 bin alınmış resmi tedbirin yüzde 10’u özgül öğrenme güçlüğüdür.”
 

Her Çocuğun Öğrenme Şekli Farklı
Her çocuğun öğrenme şeklinin farklı olduğunu kaydeden Ünaldı, “İşitsel becerilerle öğrenenler, kinestetik öğrenenler, kolaydan zora modeli ile öğrenenler gibi çeşitleri var ve bu işin içinde dikkat süreleri de yer alıyor. Çocukların, dikkat becerilerini yükseltip, motivasyonunu artırarak  çevre algısını düzeltmeye çalışıyoruz, eğitime bakış açılarında negatif algıyı düzeltmeye çalışıyoruz. Bunların sonunda başarısı yükseliyor” dedi. 

Hastaneye Başarısı Düşük Diye Başvuran Her Çocuğa Disleksi Raporu Verip Göndermesinler
“Hastaneye başarısı düşük diye başvuran her çocuğa disleksi raporu verip göndermesinler” diyen Ünaldı, şunları söyledi:  “Okulda araştırma yapıldıktan sonra tanı konulmalı. Hastane raporu ile bize gelen çocuk, ilk altı ay eğitim veriyoruz, ikinci 6 ayda biz WISC-R testi yapıyoruz. Bizim test yapan uzmanlarımız yaklaşık 6 ay bu eğitimi aldıkları için disleksi olup olmadığının tanısı netleşiyor. Test sonucu ile hastaneden sonuç örtüşmüyorsa, hakem hastaneye yönlendirme yapılıyor.”
 
Sağlık ve İnsan Dergisi Şubat 2015 sayısında yayınlanan haberim
 

Etiketler , | Yorum Yok

STRESE SAHİP ÇIKMALI MI?

Stresine Sahip Çık kitabının yazarı Psikolog Serap Duygulu, stresin başımıza gelen olaylardan daha çok bizim o olaylara verdiğimiz tepkilerden oluştuğunu söylüyor. 

Stresin negatif olarak algılandığını ve bunun motivasyon düşüklüğüne yol açtığını söyleyen Psikolog Serap Duygulu, olaylara bakış açısının değiştirilerek stresin yönetilebildiğini savunuyor. Bir insanı depresyona sokan bir olayın diğer bir insan için günlük hayatın olağan bir getirisi olduğunu kaydeden Duygulu, “Bir insan için stres yaratan durum bir başkası için ulaşılması gereken bir hedef olabiliyor” diye konuştu. 

Psikolog Serap Duygulu, Stresine Sahip Çık kitabı ile ilgili soruları yanıtladı.

Stresimize nasıl sahip çıkacağız?
Stresin başımıza gelen olaylardan daha çok bizim o olaylara verdiğimiz tepkilerden oluştuğunu bilerek. Çünkü bu bilinç, durumları ve olayları yeniden değerlendirmemiz anlamına geliyor. Bu durumda stresi var olan bir duygu ya da durum olarak görmekten sıyrılıp, tamamen verdiğimiz fiziksel ve duygusal tepkilerden kaynaklandığını da anlayacağız.

Stres pişmanlık ve keşkelerin birikimi midir?
Tam olarak böyle bir şey söyleyemeyiz ama geçmişte yapmak isteyip yapamadıklarımız, yıllar ilerleyip de yaş, hastalıklar, geç kalmışlık gibi bazı sebeplerle kıstlanmaya başladığımızda üzerimizde gerginliklere yol açabilir ve bu durum sürekli bir stres faktörü olabilir.

Stres iyi midir kötü müdür?
Doğada her şey zıttıyla ve karşılığıyla vardır. Tıpkı gece-gündüz, siyah-beyaz, kadın-erkek, ölüm-yaşam, varlık-yokluk, iyi-kötü gibi. Dolayısıyla stres aynı anda hem iyi, hem de kötü olabilir. Eğer stres durumunu yönetebiliyorsanız stres sırasında salgılanan hormonlar olaylara ve sorunlara odaklanmanızı ve çözümler üretmenizi sağlayabilir, vücudunuzun savunma sistemi yenilenir, bağışıklığınız güçlenir, direnciniz artar. Bu stresin iyi yüzüdür.
Ancak stres kronikleşirse, yani uzun sürer ve siz aşamazsanız o zaman da stresin kötü yüzü ortaya çıkar ve direncinizi yitirirsiniz, savunma sisteminiz çöker. Böylece hastalıklara karşı savunmasız hale gelirsiniz. Bu da bir süre sonra sizi geri dönülemez noktalara getirir.

Evlilikte stres nasıl dengelenir? Eşiniz hatasını kabul etmezse? Bencil davranış sürerse nasıl davranılmalı?
Evlilik başlı başına bir stres faktörü olabilir, eğer doğru insanla başlamamışsa. Bazen doğru insanla da olsa eğer tutumlar doğru değilse, sağlıklı iletişim kurulamamışsa ilişkide stres bir türlü yok edilemez, dengelenemez. Kaldı ki hatasını kabul etmeyen bir eşle de sağlıklı bir evlilik yürütülemez. Kişiler evlenmeden önce aslında birçok aşamayı atlayıp doğrudan evliliğe yöneliyorlar. Oysa sorulacak çok doğru bazı sorular vardır. Niye evlenmek istiyorum, bu kişi gerçekten evlilik için uygun mu, biz birbirimizin tahammül sınırlarını ve hassasiyetlerini biliyor muyuz? Onu iyi anlıyor muyum ya da beni anlayabiliyor mu? 
Bu tip pek çok soru sorabiliriz. Benim hep vurguladığım bir nokta vardır: Evlilik iki kişinin bir kişinin isteklerine ve beklentilerine göre yaşaması değil, iki kişinin bir arada yaşama becerisidir. Ayrıca evliliklerde; “Sevgi, Saygı, Sorumluluk, Sadakat ve Samimiyet”ten oluşan 5 S kuralını unutmamak lazım.

Taraflardan birinin mutsuz olduğu, kendisini baskı altında hissettiği evlilikler sağlıklı evlilikler değildir. Bir ilişki yürümüyorsa yürümüyordur, zorlamanın, bazı gerekçeler öne sürüp devam etmenin anlamı yok, bir an önce bitirip herkes kendi hayatına devam etmelidir. Böylelikle en az düzeyde hırpalanıp, en az düzeyde zarar görürler. 

Süper anne ve eş olan kadın ne yapmalı?
Modern hayatla beraber kadınların iş hayatında daha fazla yer almalarıyla beraber ortaya çıkan en önemli sorunlardan biri bu. Kadınlar aynı zamanda küçülen aile yapısıyla beraber iyice yalnızlaştılar. Eski büyük aileler yerini anne baba ve çocuktan oluşan çekirdek ailelere bırakınca ve kadın aynı zamanda iş hayatına atılınca, doğal olarak tüm sorumluluklar kadının omuzlarına yüklendi ve her şeye tek başına yetişmeye çalıştı. Bir de eşlerinin kadınları kendi anneleriyle ve o annelerin fedakarlıklarıyla kıyaslamasıyla beraber kadınlar müthiş bir yetersizlik duygusuna kapıldılar. Her şeye tek başına yetişmeye çalışan ve bu uğurda kendinden fedakarlık eden kadınlara dönüştüler. Oysa geçmişteki anneler sadece evle ve çocuklarla ilgileniyorlardı. Günümüzde anne baba tutumları da değişti, çocuk merkezli aileler olduk. Her şeyimiz çocukların derslerine, sınavlarına, okullarına göre programlanıyor. Bütün bunların üstüne bir de teknolojinin hızını eklediğimizde her şeyin hızla aktığı bir dünyada hızla yapılması gereken işlerin ağırlığı altında ezilen kadınlar görüyoruz. Oysa asıl şimdi işleri ve sorumlulukları paylaşmak gerek. Bazı işleri ertelemek, oluruna bırakmak, hatta ağırdan almak daha doğru olur. Çünkü unutulmaması gereken şey şu ki, asıl ertelenemez olan “Hayat”tır.


Çalışan anne suçluluğu nasıl aşar?
Çalışan annenin de bir robot olmadığını bilmek lazım. İşten eve geldiğinde hem ev işleri, hem çocuk bakımı, çocukların olan sorunları ve ödevleri sadece annenin meselesi değildir. Babalar da en az anne kadar sorumludurlar ve sorumluluk almak zorundalar. Günümüzde X nesli olarak bilinen kuşağın bir bölümü ile Y nesli olarak bilinen 1980 sonrası doğan kuşağın erkekleri ailede sorumluluğu paylaşma konusunda daha bilinçliler ancak yine de tam anlamıyla kadının üzerinden yükü aldıklarını söylemek mümkün değil. İşlere yetişememek, işleri yapmamak ya da ihmal etmek anlamına gelmiyor. Dolayısıyla iş yükünü dağıtmak, paylaşmak ve gerekirse diğer aile bireylerinden de destek almak çok önemli. Günümüzde sadece kadınların ve annelerin değil, neredeyse çalışan bütün bireylerin işlerini yetiştirmekte zorlandığını bilmek gerekiyor. Bu kişisel bir yetersizlik değil, modern hayatın getirdiği hızdan kaynaklanan bir sorunlar bütünü. Bu hız o kadar korkutucu bir hal aldı ki, bunun farkına varan bazı ülkeler de ‘Yavaş Şehirler’ oluşturuldu. Hayatı daha sakinleştirmeye ve teknolojinin hızına kapılıp gitmeye engel olmak amaçlı bir projedir bu. Bizim de kişisel olarak yapmamız gereken budur: İşleri böl, dağıt ve kendine de zaman ayır. Çünkü kendisi için enerji üretemeyen insanın başkasına ayıracak enerjisi de kalmaz.

Strese karşı zamanı nasıl yönetiriz?
Klasik bir cevap olacak belki ama zamanı iyi ve doğru kullanarak ve programlayarak. Gün içinde o kadar gereksiz işler için o kadar fazla zaman harcıyoruz ki inanılmaz. Oysa malum çağımız hız çağı. Modern hayatın en büyük dayatması buysa, o zaman gereksiz zaman kayıplarına karşı o kaçakları durdurmak gerek. Örneğin hepimizin bildiği gibi büyük şehirlerin trafik sorunu var. Bunu bile bile gideceğimiz yere ulaşmak için 15 dakika daha erken çıkmak varken, bir türlü toparlanamayıp son anda yola çıkarsak ve trafikte takılıp kalırsak bu gecikmenin sorumlusu trafik değildir. Kendimizi kandırmayalım. Dolayısıyla zamanı yönetmek için önce kendimizi ve sorumluluklarımızı yönetmeyi bilmek gerekir.

Stresi nasıl yönetebiliriz?
Öncelikle, stresin bizim bakış açımızla, tutumlarımızla ve olayları algılayış biçimimizle ilgili olduğunu bilmek gerek. Bir insanı depresyona sokan bir olay diğer bir insan için günlük hayatın olağan bir getirisi oluyor. Bir insan için stres yaratan durum bir başkası için ulaşılması gereken bir hedef olabiliyor. O zaman bu kadar kişiye göre değişen bir durumdan bahsediyorsak kişinin kendi içinde değişimi strese bakışı ve verilen tepkileri de değiştirecek demektir. Bizim toplumumuz genellikle olumsuz motivasyon odaklı bir toplum. Mağdur olmayı seviyoruz bir anlamda. Çünkü mağdur olduğumuzda ilgi görüyor, destek buluyoruz. Bu kazanımdan dolayı da sürekli bir melankoli ve mutsuzluk hali genel tutumumuz olmuş durumda. 
Demek ki öncelikle biz stresten kazançlı mıyız ve aslında “stresimizi yenmek ya da yönetmek istiyor muyuz” sorusunu yanıtlamak gerekiyor.

Kitabınızı yazmanızdaki etken nedir?
Yıllardır bize bir öcü gibi sunulan stresin aslında olaylara bakış ve tutumlar bütünü olduğunu anlatmak ve eğer doğru kullanıp yönetebilirsek bu stres denen duygu ya da durum sırasında salgılanan hormonların ne büyük bir güç olduğunu, hatta bizim yaşamsal enerjimiz olduğunu aktarmak amacıyla yazdım. Mesela hamileliği sırasında ortalama düzeyde stres yaşayan annelerin bebeklerinin diğer bebeklere göre daha dirençli ve bağışıklık sistemi güçlü bebekler olduğu anlaşılmış. Bu da gösteriyor ki tek başına stres kötü değil, strese yüklediğimiz anlamlar kötü. Yani dozu ve düzeyi önemli. Örneğin bugün haşhaş bitkisinden elde edilen Afyon uyuşturucuların hammaddesi. Ama aynı Afyon ilaç sanayinin ve tıbbın da vazgeçilmezi. Şimdi tek başına Afyon için kötüdür ya da iyidir diyebilir miyiz? Stres de böyledir. İyi veya kötü olması sizin onu nasıl algıladığınızla doğru orantılıdır. Bu bilgileri paylaşmak kitabımı yazmaktaki en büyük etken oldu.


Okurlarınıza iletmek istediğiniz bir mesaj var mı?
Ben kitabımı yazarken büyük heyecanla ve mutlulukla yazdım. Umarım okuyucular da aynı duyguları yaşarlar. Çünkü bilinen ve savunulan genel görüş, ‘Stres kötüdür’ söylemine tam ters bir görüşle yazdım ve günlük hayat içinde karşılaşılan sorunlara örneklerle çözüm önerileri sunmaya çalıştım. Klasik önermelerden farklı bir yol ve yöntem izlemeye özen gösterdim. Ve inanıyorum ki okuyucular, kitabımdaki önerileri uyguladıklarında çok olumlu sonuçlar alacaklar. 

Tekrar vurgulamak isterim ki Stres tek başına bir durum değildir, yaratılan ve oluşturulan bir durumdur. Sizi nasıl etkileyeceği ise siz onu nasıl algılarsanız öyledir.

Mutlaka herkesin okuması gereken kitap, müzik ve film sizce hangisi? 
Benim tüm danışanlarıma da önerdiğim birkaç kitap var:
 İlki; Hatalı Alanlarınız, yazarı Dr. Wayne Dyer. 
İkincisi de İyi Hissetmek kitabı, yazarı; David Burns
Müzik kişiye ve zevklere göre değişir. İyi hissettiren her tür müziği tavsiye ederim.
Film olarak Schindler’in Listesi, Rain Man, İnception, Matrix önerebileceğim filmler.

Sağlık haberciliği üzerine düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Sağlık haberlerinde nelere dikkat ediyorsunuz?
Sağlık haberciliği sağlık ve insanı buluşturan en önemli alanlardan birisi. Bu alanda da bu konuda deneyimli, yeterli ve alandan gelen insanların olması çok önemli. Sağlıkla ilgili en ufak bir bilgisi ya da eğitimi olmayan insanların olur olmaz konuları yazması, haber adı altında paylaşması inanılmaz büyük tehlikelere yol açabiliyor. Günümüzde bütün bilgiler bir tık ötemizdeyken, her tür doğru ya da yanlış bilgiye saniyelerle ulaşabiliyorken, sağlık haberciliğinin önemi daha artmış durumda. Ben kendi adıma bir sağlık haberini okurken öncelikle haberi hazırlayanın kimliğini ve bu konudaki eğitimini dikkate alıyorum. Tüm danışanlarıma ve okuyuculara da bunu öneriyorum. 

Sağlıklı iletişiminin olmazsa olmazı size göre nedir?
İletişim bizim diğer insanlarla olan ilişkimizi belirleyen en önemli araç. Bu aracı kullanırken kendimizi doğru ifade edebilmek ve doğru algılamak da ayrıca çok önem taşıyor. Sağlıklı iletişim ise sağlıklı düşünen ve algılayan, iletişime açık insanlar arasında kurulur. Sağlıklı iletişimin bana göre olmazsa olmazı, Empati’dir. Yani karşınızdaki insanın duygularına ve düşüncelerine duyarlı olmak, onun penceresinden de durumu değerlendirmeye çalışmak. Çünkü maalesef günümüz insanı olarak ‘önce ben’ demeye başladık. ‘Başkaları’nın da olduğunu unuttuk. 

Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Kendimden bahsetmeyi çok sevmiyorum. Kişiyi anlatan yaptıklarıdır görüşüne inanırım. Kısaca çok okur, yazar, tarihi ve edebiyatı sever diyebilirim. Hürriyet Aile ve Anne Bebek dergisinde köşe yazarıyım. Psikolog ve Sosyolog olarak bireysel ve kurumsal danışmanlık yapıyorum. Eğitimler ve seminerler veriyorum. Psikoloji ve Sosyoloji dışında ayrıca Türk Dili Edebiyatı ve Kamu Yönetimi eğitimi aldım. Şimdi ikinci kitabımı yazıyorum.

Etiketler , , | Yorum Yok